9 Ağustos 2010 Pazartesi

Eksik düşünceler: bölüm 2

Kötü bir espri yapmanın en katlanılmaz tarafı milletin o anda empati kurmasıdır. Senin rahatsız olduğundan daha fazla utanırlar senin için ya...
Bir de suçluluk hissedersin...

**********

Çok beğenerek okuduğum kitabın kahramanları o an bitiverseler işte yanımda.
Kitabı okurken sırf "Bak bak, iyi bak; birazdan napıcam" diye beni dürtsünler istiyorum.
Uyuz olsalar da ben okuduktan sonra "Sen yok musun... sen" diye bakacağım arkadaşım gibi yanımda otursunlar. Çekirdek çıtlarken yazarı çekiştirelim.

Bir de bir kere de olsa;
katil; yazar çıksın istiyorum.

*************

Dünyada hiçbirşey annenin " Bunlar dağınıklık yapıyor, atalım bunları" diyerek babanın 40 yıllık kitaplarını hoooop kolilemesi ama eski pijamaları "Lazım olur, yer bezi yaparız" diye saklaması kadar pratik olamaz. Kitapların bıraktığı tozlar, çizgili pijamalarla silinmişti.

23 Temmuz 2010 Cuma

İnsan olmak...

Tüm yemeklerini az az yiyen insanların " bugün kendime bir ziyafet çekeyim, kendimi bi ödüllendireyim" kaygısızlığı ile ben de " eh be vur g.tüne gitsin, ben de bugün istediğimi yazayım" hissiyatı içerisinde tuşlara basasım geldi.
üzerine de bir tatmin sigarası içerim, benden keyiflisi olmaz.

oto-kontrol dedikleri zımbırtı bendeki gibi rahatsız edici bir boyutta olduğunda zaman zaman Oz Büyücüsü'ndeki Teneke Adam gibi hissediyorum kendimi.
eh arada da eklem yerlerini yağlama, böyle vıcık vıcık olma isteği depreşiyor.
tatil dönüşü çenemin düşmesi gibi değişimler geçirip, normalde "anaaa bacağım 5 santim açıldı, ayıp" derken 3 gün işe sütyensiz özgürce gidebiliyorum.
Allah'tan kaybım yok, sosyalliğe karşı ördüğüm duvarıma o kadar çok tosladılar ki kimse boynumdan aşağısına bakamıyor.

Son birkaç günde başıma gelen olaylar çerçevesinde bu sayfaya herşeyi boşaltarak bir rahatlamak istedim.
muhattabım bu sayfa, kimseye bir mesajım yok.

"Olur" deyip de oldurmaya bile çalışmayan insanlar var ya, beni anlayışlı sanıyorlar ya...
Hepsi kanaatten kalacak.

Herşeyden şikayet edip, hayatlarını değiştirmeyen kişiler beni kızdırıyorlar. Oturduğum yerde şikayet ettiğim anlarda en çok kendime sinir oluyorum.

Konuşurken çevreme bakıp, hmm diye cevap veriyorsam, evet beni az önce bu diyalog içersinde kaybettin, gerçekten seni dinlemiyorum.

Evet günde en az yarım saat yalnız kalmaya ihtiyacım var. O sürede git bi dolan, gel.
Seni yine aynı derecede seviyorum.

Tanımadığım kişiler de olsa yanımda insanların cinsel ve dinsel tercihleri konusunda dalga geçersen, kızmam, tartışmam ama yanından uzağa giderim.

Kızarım, nadir de olsa küserim, hissettiğimi de söylerim.
ilgilenmiyorum demişsem gerçekten ilgilenmiyorumdur, altında bişey arama.

Karşımdaki deli olmadıkça insanlardan korkmuyorum,
(bakınız aksiyon almak) görüşmem, biter.

sonuçta çıkarılacak ders:
ben de insanım.

Tuvalete gittiğimde o dakikaları dünya sorunlarına çözüm arayarak geçirmiyorum.
sonuçta benim de ifa ettiğim tek birşey var.

neys...
sürç-i lisan ettiysek affola.
yarın yine saygıdeğer olurum.
ama şu an için......
oh be...


ben o sigarayı hakettim.
sonrasında ortadoğu sorununa çözüm arayacağım.

bitti...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Tasavvuf felsefesini bilmeden, kitaptan pek hazetmeden, Şems ve Mevlana'nın aşkına "onlar gay'miş ya" diye bakan insanların aşkı değil benim aşkım.
Ne de olsa aşk dediğin; dokunmadır, öpüşmedir, çarşafları buruş buruş etmektir çoğunluk için.

"Aşık oldum" cümlesini çerez gibi yeriz, çitleriz, atarız sonra kabuğunu kenara.
Oysa ki ne naif birşeydir.
Anlayan için tek kaşın kalkışında, farkında olmadan gözünü dikip bakmada, "of ya yanlış birşey söylemedim umarım şimdi, rezil olmadım di mi" endişesinin içindedir.

Çok sessiz olduğunda, bir köşede otururken, insanları gözlemleme şansın olur. Işık başkasının üzerinde olduğunda senin keskin kenarlarını aydınlatmaz ve çok yumuşak görünürsün ya. Oysa o vakitler karşındakini okursun, öğrenirsin. Sessiz zamanlarda dengeleri kurarsın ya.

Aşk; tüm bu sessiz anlarda öğrendiklerinle, en zayıf noktaları farkındalığınla; kızdığında; tek bir kelime ile can yakabilecekken susmaktır. Başını yavaşça öne eğip, o kızgınlık anının geçmesini beklemektir.
Bildiğini bile belli etmemektir.
Kulağına hakkında söylenen kötü birşey geldiğinde " doğrudur, bir bildiği vardır" diyebilmektir.

karşılıksızlıkdır.
Çünkü sonuçta; aşık olarak yaşayamadıklarına kızıp da yanında kalarak yaşayabileceklerini kaybetmek aptallıktır.

Daha bitmedi...
Ama zaten ben ne bilirim ki?

16 Mayıs 2010 Pazar

Girizgah

hayatımda çok fazla insanla konuşmayacağım 3 şey var.
en yakın arkadaşlarım hariç.

başkaları yanımda konuştuğunda da kulağımı tıkar kendi dünyamın içinde hayaller kurarım.



politika, din ve aşk...



bence bireysel olarak verdiğin kararların, inanışların, değerlerin ve birine duyduğun hayranlığın yine bireysel olarak yaşanılması ve anlatılmak isteniyorsa sadece yakın arkadaşlarınla, ucundan paylaşılması gerektiğini düşünürüm. bu benim düşüncem tabi...

senin kararın herkesle konuşmaksa ona da birşey demem.



eh yakın bir zamanda sevdiğim ve saygı duyduğum insanlarla politika ve din konuştuktan sonra aşka da gireyim artık bari.
sanırım uzun da olacak.
o nedenle bir giriş yapayım en iyisi dedim.


daha bitmedi.

9 Nisan 2010 Cuma

O kadar korkutucu şey var ki evrende derler ya.
Aslında bu; düşünmeden, tartmadan, tutarsızca söylenmiş bir cümle.
sadece söylemek için söylenmiş gibi geliyor bana.

benim için bu cümle şöyle düzelmeli.
boşver evreni;
aslında o kadar korkutucu şey var ki sadece bir insanın küçücük kafasında...

en yakın arkadaşımın seneler önce anlattığı bir olay aklımdan çıkmadı hiç.
arkadaşı yürüyüşe çıkıyor.
tren yolunun kenarında dolaşırken, tam trenin geldiği anda raylara bir adım atıyor.

insan kafası kadar küçücük bir adım.
bilinçli verilen bir karar.
son kez verilen bir karar.
bir anda varken, diğer anda yok olma kararı.

O;
kararı;
bu adımdan sonrası ne olacak bilmeden veriyor.
Belli ki geride, kafasının içinde,
hiçbir umut, hiç bir hayal kalmamış da o adımı atabiliyor.
O;
hiçbirşeyin kalmadığı o ana, bir an bile daha fazla dayanmamak için o kararı veriyor.

kafanın içinde hiçbirşeyin kalmadığı o an; ne kadar korkutucu.
evreni ne yapacaksın;
al sana; küçücük beyninin içinde; evrenden bile daha kocaman bir boşluk.

büyük düşün derler ya;
kafanının içinde birkaç evreni yaratabilecek kadar alan varken;
düşüncelerinin küçücük penceresiz bir odasına kendini hapsedip hep aynı şarkıyı söylemek...

korkutucu...
değil mi?

7 Nisan 2010 Çarşamba

Eğitim şart!

geçen gün national geographic izlerken ( geçen gün benim için 1 sene öncesi tabi) yeni bir şey öğrenmenin mutluluğunu yaşadım.
şimdi önüme gelene anlatıyorum.
tabi insanlar benim duyduğum heyecanı duymayıp, garipmişim gibi davranabiliyorlar; o ayrı.

öğrendiğim bilgi:
alien filminin esinlendiği bir canlı türü varmış ( ki kulağa ne kadar kuul geliyor anlatamam).
Ve bu canlı bir tür yaban arısıymış ( ehh!).

şimdi alien filminde arkadaşların suratına yapışmak suretiyle kadın erkek demeden insancıkları hamile bırakan yaratık ( ki insanlara rastlamadan önce nasıl olup da ürüyordu, nerden gelmişti, nereye gidecekti, açıklanmaz ve ben de orasını hep merak ederim) itiraf edelim hepimizin sevdiği film kahramanlarından biridir. kendisi en kuul kötü adam listemde ilk ona girer.

işte alien'ın yaptığı muamelenin aynısını yaban arısı, tırtıla yapıyor.
şimdi burada benim en ilginç bulduğum kısmı anlatmaya başlıyorum. Yaban arısı iğnesini sokmak suretiyle tırtılın karın boşluğuna yumurtalarını bırakıyor. Yumurtalar tırtılın karnındaki sıvıyı yemek suretiyle büyümeye başlıyor. Ve öyle bir kimyasal mekanizmaları var ki tırtılın bağışıklık sistemi kendilerini yemesin diye, insan için hıv virüsü ile aynı şekilde çalışan tırtıl hıv virüsünü sisteme sokuyorlar.

neyse bunlar büyüyor felan ( ki belgeselin en sıkıcı 30 dakikasını oluşturuyordu). Tırtılın karnını yararak doğuyorlar. İşte tırtılın; alien'dan hamile kalmış bir insandan daha bahtsız kaderi burada devreye giriyor. Tırtıl ölmüyor. Onun yerine; daha önce bu yavrucukların sistemine saldıkları virüsün de etkisiyle, onları kendi çocukları sanıyor. Ve açlıktan ölene kadar onları koruyor. Kısaca yalan üzerine oturmuş bir aile bağı.

neyse...
çıkacak ders 1: farklı türler arası hamilelik, hamile kalan için kötü birşeydir. Korunsa iyi olur.
çıkacak ders 2: Farklı bir gezegene gidip, öyle herşeyi merak etmeyin. Yerde yürüyen, uçan, zıplayan el/örümcek arası birşey görürseniz, sevmeye kalkmayın. Zaman kötü, kimsenin niyeti belli olmuyor artık.

bitti.

27 Mart 2010 Cumartesi

Eksik düşünceler: bölüm 1

karşımdakinin beni nasıl gördüğünü merak ediyorum bazen.

her zaman değil, nadir olarak...

herkesin benim hakkımda ne düşündüğünü merak etmeyecek kadar tembelim aslında. bir de insanları kendi hallerine bıraktığım için çoğunlukla, onlar ilerde kikirdeyen, ağlayan, bağıran ya da duran hmm dediğim varlıklar benim için.


ama bazen...

Tanrı ne yazık ki beni olaylara tepki vermemi engelleyen bir soğuklukla yaratmış. isteyerek değil bu yaptığım; sadece öyle.

ama bazen...

değer verdiğim ve saygı duyduğum kişilerin kafamın içinden geçen düşünceleri görmesini istiyorum ama bunu anlatmak için doğru kelimeleri kullanıp kullanmadığımı bilmiyorum.

sanırım ben; kelimeleri herkesin anladığı şekilde anlamıyorum.

25 Mart 2010 Perşembe

Alice Harikalar Diyarında filmini izlemedim.
İzler miyim?
Bilmem, daha aklıma esmedi.
(Aklına esmek.. heh heh)

Alice Harikalar Diyarı da Clementine kadar olmasın pek sıcak bakmadığım eserlerden biridir. Eser diyorum ama edebi saçmalık tarzının en iyi örneklerinden biridir kendisi ( ben söylemedim; tarihe böyle geçmiştir- bakınız: one of the best examples of the "literary nonsense" genre) aklıma eser derim belki. (aklına esmek... heh heh--komik ya bu deyim)

Genç bir arkadaşımızın bir kapıdan girmesi için 15 adet hamur işi yemesine küçüklüğümden beri aklım ermemiştir.
Bir çeşit gerginlik vardır bu hikayeyle aramda.
Küçükken okuduğumdan mıdır nedir; anlamsız sofra diyalogları, domuz bebekler, iskambilden kraliçeler, aklını zamanla bozmuş bir tavşan ve her şeyin ortasında oradan oraya sürüklenen ne yaptığını bilmeyen bir çocuk sıkmıştır canımı.
Sonuç kısmı da tatmin etmez insanı.

"Uyudum..."
"eeee?"
"uyandım işte.
Şöyle tavşan felan gördüm rüyamda."

Kesin felsefi bir yanı vardır, eğiticidir.
belki anlamamam benim aptallığımdır.
bunu da kabul ediyorum.

ama yine de ben pek sevmem bu eseri.



dibi de gördüm notu: günün kelimesi "eser" olsun bugün de.

22 Mart 2010 Pazartesi

şu aralar bir rahat değil kafam...
neden bilinmez, güneş açtı; ben fısss diye söndüm.

iskoçya'ya gitmek istiyorum; o ayrı...

dramatikleşmeyeceğim;
dramatikleşmek ve duygusallaşmak üzerimde 3 numara büyük durur zaten.

annemin en son dediği gibi;
"sen git biraz kafayı havalandır"

tüm bu nedenlerle kısa bir süre olmamayı seçiyorum.
biraz da böyle olsun.

19 Mart 2010 Cuma

şimdi...
çok aptal bir insan olmadığıma inanırım.
bu inanış içerisinde zaman zaman herkesin bildiği ve yapabildiği şeyleri bilmemek bende bir huzursuzluk uyandırıyor.

örnek olarak ben hala bu bloga -nasıl söyleyeyim-; video, resim, yorumsal işaretleyici vs gibi zenginleştiriciler koymayı bilmiyorum, öğrenmeye üşeniyorum (bu çok ayıp aslında), biri bana anlatsın, öyle anlayayım istiyorum felan felan...

bu konuda biri yardım etse ne güzel olur diyorum içimden de.
blogumu takip eden 3 kişi olduğunu (biri koskoca bir belediye heh) ve bu takipçilerden birinin hiç okumadığını bilmemden kaynaklansa gerek, bu konuda eziklik hissediyorum. itiraf edeyim istedim.

********

konumuza dönersek eğer; okuyucularımı sıkmamak adına bundan sonra kısa kısa yazmaya karar verdim.
bu nedenle bu yazıyı burada kesiyoru..........








olmadı di mi?
olmadı tabi.



anlatmak istediğim bir konuyu bundan sonra parçalara bölüp yollayacağım.
bununla ilgili itiraz etmek isteyen, eski halinden memnunduk diyen olursa, bu yorumları da değerlendireceğim.

bitti.

16 Mart 2010 Salı

aklımda uzun zamandır bu vardı.
hatta buraya ilk yazacağım şeylerden biriydi.
sonra canım istemedi.



canının istememesi...........
bu kadar güzel bir açıklama daha var mıdır ya?

"canım istemedi"

insanlar illa bir açıklama beklerler bunun altına.
"niye ki?" "neden canın istemiyor?"
eh neden zaten cümlenin kendisi...
daha ne olsun.



neyse anlatacağım şey bu değildi zaten. geçtik. bunu sonra anlatırım.
öncesinde; (bak; bu arada bu yazıda annemi de anlatmak istemedim; oysa ondan bahsedeceğimi söylemiştim, şimdi canım istemedi, ya gördün mü; oluyor böyle işte.)
en büyük korkumu keşfettiğim andan bahsedelim biraz.



aklımı kaybetmek...
aklımı.... kaybetmek....

şöyle bir anda aklımı kaybetmekten korkmuyorum.
o zaman giden gidiyor zaten.
sonrasında farkedeceğimi bile sanmıyorum.



benim bahsettiğim şöyle yavaş yavaş; farkında ola ola.
çevrendeki herkesin gittiği noktada; parasız kaldığında, işinden ayrıldığında;
karın yada kocan seni aldattığında, arkadaşının sırtını gördüğün anda, yattığında, güzel bir rüya gördüğünde, kalktığında, yolda.
şöyle bir düşünürsün...

işte o düşünceyi kaybetmek ne demektir ya.


hele bir de farkındaysan kaybettiğini.

en korktuğum an; bir yandan düşünemediğim, bir yandan da bunun farkında olduğum andı. korkuyordum ama düşünemiyordum. korktuğum için düşünemiyor değildim. düşünemediğim için korkuyordum.

nedenini biliyordum;
düşünebilen o küçük yanımın tek farkettiği düşüncelerimi kaybettiğimdi.
ve o küçük yanım için de sadece korku kalırdı di mi?
o küçük yan; ne zaman ben de kaybolacağım diye düşündüğü için...

sonra yavaş yavaş geçti, tek tek topladım aklımı ama hayatımın en kötü iki saatiydi o.
belki o küçük düşünce de aklımın peşine takılıp gitse, sonra da kolkola hep beraber gelseler, o bilinçsizliğin içinde keyif alabilirdim.
sonra hatırlamazdım ama en azından da bu kadar korkmazdım.




neden yazdım şimdi bunu?
bilmem.
galiba canım istedi. :)

18 Şubat 2010 Perşembe

evet... aklıma geldi de bir de bu vardı...

çocukluk travmaları...

sanırım normal bir çocuk olmadığımı ilk söylediklerinde 5 yaşındaydım.
o zamanlarda yanımdan ayırmadığım sevgilimle annemi tanıştırmıştım.
maykıl nayt...
kit adında konuşan bir bir arabası vardı. mahallenin en kuul çocuğuydu.
devamlı sohbet ederdik. dinlemeyi bilen bir erkekti.

ilişkimiz sadece 1 sene sürdü. ben herşeyden çabuk sıkılan bir çocuktum ve sanırım uzun süreli bir ilişkiye hazır değildim.
ikinci sevgilim deyvid edisın'dı. yaramaz, espirili bir kişiliği vardı. yanındaki o sarışın uyuz olmasaydı birlikte çok mutlu olabilirdik.

sevgililerim; sonrasında boş zamanlarında kamyon olmaktan hoşlanan optimus prime, her ne kadar mor gibi güzel bir rengi üzerinde taşmayı bilse de özünde bir ördek olan dark wing dark, mutasyona uğramış 4 kaplumbağadan mor maskesi olan donatello (evet anlayamadığım bir mor saplantım da vardı) ve önce bir anne sonra da onun oğluyla kafayı bozmuş bir psikopat olan t-800 gibi simalarla çeşitlendi. (allahtan deyvid edisın'dan sonra annemi sevgililerimle tanıştırmaktan vazgeçmiştim)

çok sonraki yıllarda kendi üzerimde yaptığım pskolojik analizlerde tespit ettim ki bu normal olmama durumunun tek bir nedeni vardı.

clementin................


klööööömentiiiin.... gibi nahoş bir müzikle açılıp, bir dizi çocuğun suratlarında aynı, beyinleri yıkanmış, sırıtkan ifadeyle şalvar giymiş mor saçlı ( mor takıntımın buradan geldiğinden şüpheleniyorum) bir kadına doğru yürüyüşleri; benim benliğimde uzun süreli psikolojik yaralar oluşturmuştu.

klömentin tüm maceralarını rüyalarında yaşıyordu, aynen benim hayali sevgililerim olması gibi... ondan kaçıp kurtulamıyordum, üzerimde bir iz bırakmıştı.

şimdi bile müziğini duyunca ürpermem, kendisinden bahsedildiğinde mideme kısa süreli bulantı girmesi gibi etkilerini üzerimde taşıyorum.

kısaca;
çocukluk travmaları kötü şeylerdir, sonradan anlaşılırlar, anlaşıldıklarında çok geçtir, anneniz size "çok garip bu ya" damgasını vurmuştur bile ve klömentini izlemeyen çocuklar çok şanslı bir nesildir.

gelecek bölümümüz: klömentinin doğurduğu çocukluk travmalarının anne davranışları üzerindeki geri döndürülemez ve halen devam eden etkileri.

2 Şubat 2010 Salı

Zeka ne kadar çekici birşey ya...

bana insanlıkla ilgili ne düşündüğümü sorsanız, çok fazla insan olduğunu söylerim.
sorun başkaları ile beraber olmaktan hoşlanmamam değil, kendimi genellikle tek başıma daha rahat hissetmemden kaynaklanır.
daha çok sessizlikle anlaşmayı severim biraz, sözcüklere döküldüğünde genellikle anlaşmalar bozulur benim için. çünkü insanlar hep kendilerine anlamlı gelen şeyler söylerler.

ilk hayal kırıklığımı; gerçek hayal kırıklığımı; karşımdaki insanın benden farklı olduğunu anladığım zaman yaşadım.
nasıl bir acı bilinçlilikti o an.
hayal kırıklığım karşımdaki insanın benden farklı olmasına değil, benim kendi zekama hayranlığım içerisinde aslında bu farkı anlamayacak kadar aptal olmamaydı.

bir süre konuşmadım kendi sözcüklerimle.
kendini aptal gibi hissettiğin ve yaşadığın o kavrayışla; bildiklerinden emin olamadığın bir dönemde bir süre karşındakinin duymak istediklerini söylersin hep.
ayna gibi olursun, karşındakinin hareketlerini yansıtırsın ama sonuçta bir aynasındır; sadece karşındakinin görüntüsünü gösterirsin.

sonra yeniden konuşmayı öğrenirsin ama...
bu da aslında senin için herşeyin seninle ilgili olduğunu anladığın diğer bir anda olur.
verdiğin kararların sonuçlarının sadece seni etkilediğini, başkalarının hareketlerinin ise üzerinden akıp gitmesine izin vermenin rahatlığını gördüğünde arkana yaslanıp bir "oh be" dersin. "şimdi kendi sesimi duyuyorum."

sonra birşey olur, çok zekice bulursun, üzerinde kalmasına izin verip mutlu olursun.
bu sefer hayranlıktan kendin susarsın.

zeka ne çekici birşeydir ya...
şu aralar düşüncelerim garip bir şekilde beni rahatsız ediyor.
ya bi git dediğim şeylere kafa yorarken buluyorum kendimi.
en son olarak insanların matematik zekalarını dehşet verici bulduğumu farkettim.
uyanıp bilinçli bir şekilde düşünmeye başladığın anda aklın bilinçsiz bir şekilde hesap yapmaya başlıyor ya. işte bu bence inanılmaz birşey.
bence bu; insanın doğal zaman yolculuğu.

bir an içerisinde kafamızın arkasında devamlı bir sonraki anı yaşıyoruz galiba.
şimdi ben şuraya arabayla gitsem, sonra şuna şunu söylesem, sonra şu adımı daha kısa atsam yada şu yemeği daha yavaş yesem...
hep bir plan, hep bir olasılık hesabı var kafamızda.
ooo! bakmışsın düşüncemizde bir sonraki ana gitmişiz zaten.

şimdi; eğer bir sonraki ana gitmişsek ve gelecekteysek şöyle bir sonuç çıkarmamız mı gerekiyor diye düşünüyorum;
gelecekteki o istediği ana ulaşamayan, aslında; hep o gelecekte olduğu için o geleceğe doğru giden şimdide, vermesi gereken kararları verememiş mi?
yoksa hedefine ulaşan kişi gelecekten şimdiye doğru tüm yollara bakıp, onları iyice algılayıp da mı başarıya ulaşmış?

offf başım ağrıdı.
ya ben bi gideyim ya.

1 Şubat 2010 Pazartesi

Oley!!!
Sonunda uzun zamandır açmaya üşendiğim ama bugün "eh be" deyip hazırladığım bir blogum oldu. Artık eksiğim yok, içim rahat. Yazma dürtüm geldiğinde keşke bir blog açsaydım demeyeceğim. Açılmışı var.
Duyrulur.