17 Haziran 2011 Cuma

ben...

oha ya...
1 senedir yazmamışım.
bir nevi kabuğa çekilme sanırsam..
Ayrı kaldığımız bir sene içerisinde hayatın anlamını keşfettim ben.

.
.
.
.


Yok lan ne keşfedicem.
Sadece bir ara terliğimin diğer tekinin annemlerin yatağının altına olduğunu keşfettim.
Terlik nasıl oraya gitmiş, o bir sır.
Benim annemlerin yatağının altında ne aradığımı ise serüvenci bir ruhuma verin.
neys...
buradan da anlaşılacağı gibi...
Geri döndüm.

Hadi hayırlısı...

9 Ağustos 2010 Pazartesi

Eksik düşünceler: bölüm 2

Kötü bir espri yapmanın en katlanılmaz tarafı milletin o anda empati kurmasıdır. Senin rahatsız olduğundan daha fazla utanırlar senin için ya...
Bir de suçluluk hissedersin...

**********

Çok beğenerek okuduğum kitabın kahramanları o an bitiverseler işte yanımda.
Kitabı okurken sırf "Bak bak, iyi bak; birazdan napıcam" diye beni dürtsünler istiyorum.
Uyuz olsalar da ben okuduktan sonra "Sen yok musun... sen" diye bakacağım arkadaşım gibi yanımda otursunlar. Çekirdek çıtlarken yazarı çekiştirelim.

Bir de bir kere de olsa;
katil; yazar çıksın istiyorum.

*************

Dünyada hiçbirşey annenin " Bunlar dağınıklık yapıyor, atalım bunları" diyerek babanın 40 yıllık kitaplarını hoooop kolilemesi ama eski pijamaları "Lazım olur, yer bezi yaparız" diye saklaması kadar pratik olamaz. Kitapların bıraktığı tozlar, çizgili pijamalarla silinmişti.

23 Temmuz 2010 Cuma

İnsan olmak...

Tüm yemeklerini az az yiyen insanların " bugün kendime bir ziyafet çekeyim, kendimi bi ödüllendireyim" kaygısızlığı ile ben de " eh be vur g.tüne gitsin, ben de bugün istediğimi yazayım" hissiyatı içerisinde tuşlara basasım geldi.
üzerine de bir tatmin sigarası içerim, benden keyiflisi olmaz.

oto-kontrol dedikleri zımbırtı bendeki gibi rahatsız edici bir boyutta olduğunda zaman zaman Oz Büyücüsü'ndeki Teneke Adam gibi hissediyorum kendimi.
eh arada da eklem yerlerini yağlama, böyle vıcık vıcık olma isteği depreşiyor.
tatil dönüşü çenemin düşmesi gibi değişimler geçirip, normalde "anaaa bacağım 5 santim açıldı, ayıp" derken 3 gün işe sütyensiz özgürce gidebiliyorum.
Allah'tan kaybım yok, sosyalliğe karşı ördüğüm duvarıma o kadar çok tosladılar ki kimse boynumdan aşağısına bakamıyor.

Son birkaç günde başıma gelen olaylar çerçevesinde bu sayfaya herşeyi boşaltarak bir rahatlamak istedim.
muhattabım bu sayfa, kimseye bir mesajım yok.

"Olur" deyip de oldurmaya bile çalışmayan insanlar var ya, beni anlayışlı sanıyorlar ya...
Hepsi kanaatten kalacak.

Herşeyden şikayet edip, hayatlarını değiştirmeyen kişiler beni kızdırıyorlar. Oturduğum yerde şikayet ettiğim anlarda en çok kendime sinir oluyorum.

Konuşurken çevreme bakıp, hmm diye cevap veriyorsam, evet beni az önce bu diyalog içersinde kaybettin, gerçekten seni dinlemiyorum.

Evet günde en az yarım saat yalnız kalmaya ihtiyacım var. O sürede git bi dolan, gel.
Seni yine aynı derecede seviyorum.

Tanımadığım kişiler de olsa yanımda insanların cinsel ve dinsel tercihleri konusunda dalga geçersen, kızmam, tartışmam ama yanından uzağa giderim.

Kızarım, nadir de olsa küserim, hissettiğimi de söylerim.
ilgilenmiyorum demişsem gerçekten ilgilenmiyorumdur, altında bişey arama.

Karşımdaki deli olmadıkça insanlardan korkmuyorum,
(bakınız aksiyon almak) görüşmem, biter.

sonuçta çıkarılacak ders:
ben de insanım.

Tuvalete gittiğimde o dakikaları dünya sorunlarına çözüm arayarak geçirmiyorum.
sonuçta benim de ifa ettiğim tek birşey var.

neys...
sürç-i lisan ettiysek affola.
yarın yine saygıdeğer olurum.
ama şu an için......
oh be...


ben o sigarayı hakettim.
sonrasında ortadoğu sorununa çözüm arayacağım.

bitti...

20 Mayıs 2010 Perşembe

Tasavvuf felsefesini bilmeden, kitaptan pek hazetmeden, Şems ve Mevlana'nın aşkına "onlar gay'miş ya" diye bakan insanların aşkı değil benim aşkım.
Ne de olsa aşk dediğin; dokunmadır, öpüşmedir, çarşafları buruş buruş etmektir çoğunluk için.

"Aşık oldum" cümlesini çerez gibi yeriz, çitleriz, atarız sonra kabuğunu kenara.
Oysa ki ne naif birşeydir.
Anlayan için tek kaşın kalkışında, farkında olmadan gözünü dikip bakmada, "of ya yanlış birşey söylemedim umarım şimdi, rezil olmadım di mi" endişesinin içindedir.

Çok sessiz olduğunda, bir köşede otururken, insanları gözlemleme şansın olur. Işık başkasının üzerinde olduğunda senin keskin kenarlarını aydınlatmaz ve çok yumuşak görünürsün ya. Oysa o vakitler karşındakini okursun, öğrenirsin. Sessiz zamanlarda dengeleri kurarsın ya.

Aşk; tüm bu sessiz anlarda öğrendiklerinle, en zayıf noktaları farkındalığınla; kızdığında; tek bir kelime ile can yakabilecekken susmaktır. Başını yavaşça öne eğip, o kızgınlık anının geçmesini beklemektir.
Bildiğini bile belli etmemektir.
Kulağına hakkında söylenen kötü birşey geldiğinde " doğrudur, bir bildiği vardır" diyebilmektir.

karşılıksızlıkdır.
Çünkü sonuçta; aşık olarak yaşayamadıklarına kızıp da yanında kalarak yaşayabileceklerini kaybetmek aptallıktır.

Daha bitmedi...
Ama zaten ben ne bilirim ki?

16 Mayıs 2010 Pazar

Girizgah

hayatımda çok fazla insanla konuşmayacağım 3 şey var.
en yakın arkadaşlarım hariç.

başkaları yanımda konuştuğunda da kulağımı tıkar kendi dünyamın içinde hayaller kurarım.



politika, din ve aşk...



bence bireysel olarak verdiğin kararların, inanışların, değerlerin ve birine duyduğun hayranlığın yine bireysel olarak yaşanılması ve anlatılmak isteniyorsa sadece yakın arkadaşlarınla, ucundan paylaşılması gerektiğini düşünürüm. bu benim düşüncem tabi...

senin kararın herkesle konuşmaksa ona da birşey demem.



eh yakın bir zamanda sevdiğim ve saygı duyduğum insanlarla politika ve din konuştuktan sonra aşka da gireyim artık bari.
sanırım uzun da olacak.
o nedenle bir giriş yapayım en iyisi dedim.


daha bitmedi.

9 Nisan 2010 Cuma

O kadar korkutucu şey var ki evrende derler ya.
Aslında bu; düşünmeden, tartmadan, tutarsızca söylenmiş bir cümle.
sadece söylemek için söylenmiş gibi geliyor bana.

benim için bu cümle şöyle düzelmeli.
boşver evreni;
aslında o kadar korkutucu şey var ki sadece bir insanın küçücük kafasında...

en yakın arkadaşımın seneler önce anlattığı bir olay aklımdan çıkmadı hiç.
arkadaşı yürüyüşe çıkıyor.
tren yolunun kenarında dolaşırken, tam trenin geldiği anda raylara bir adım atıyor.

insan kafası kadar küçücük bir adım.
bilinçli verilen bir karar.
son kez verilen bir karar.
bir anda varken, diğer anda yok olma kararı.

O;
kararı;
bu adımdan sonrası ne olacak bilmeden veriyor.
Belli ki geride, kafasının içinde,
hiçbir umut, hiç bir hayal kalmamış da o adımı atabiliyor.
O;
hiçbirşeyin kalmadığı o ana, bir an bile daha fazla dayanmamak için o kararı veriyor.

kafanın içinde hiçbirşeyin kalmadığı o an; ne kadar korkutucu.
evreni ne yapacaksın;
al sana; küçücük beyninin içinde; evrenden bile daha kocaman bir boşluk.

büyük düşün derler ya;
kafanının içinde birkaç evreni yaratabilecek kadar alan varken;
düşüncelerinin küçücük penceresiz bir odasına kendini hapsedip hep aynı şarkıyı söylemek...

korkutucu...
değil mi?

7 Nisan 2010 Çarşamba

Eğitim şart!

geçen gün national geographic izlerken ( geçen gün benim için 1 sene öncesi tabi) yeni bir şey öğrenmenin mutluluğunu yaşadım.
şimdi önüme gelene anlatıyorum.
tabi insanlar benim duyduğum heyecanı duymayıp, garipmişim gibi davranabiliyorlar; o ayrı.

öğrendiğim bilgi:
alien filminin esinlendiği bir canlı türü varmış ( ki kulağa ne kadar kuul geliyor anlatamam).
Ve bu canlı bir tür yaban arısıymış ( ehh!).

şimdi alien filminde arkadaşların suratına yapışmak suretiyle kadın erkek demeden insancıkları hamile bırakan yaratık ( ki insanlara rastlamadan önce nasıl olup da ürüyordu, nerden gelmişti, nereye gidecekti, açıklanmaz ve ben de orasını hep merak ederim) itiraf edelim hepimizin sevdiği film kahramanlarından biridir. kendisi en kuul kötü adam listemde ilk ona girer.

işte alien'ın yaptığı muamelenin aynısını yaban arısı, tırtıla yapıyor.
şimdi burada benim en ilginç bulduğum kısmı anlatmaya başlıyorum. Yaban arısı iğnesini sokmak suretiyle tırtılın karın boşluğuna yumurtalarını bırakıyor. Yumurtalar tırtılın karnındaki sıvıyı yemek suretiyle büyümeye başlıyor. Ve öyle bir kimyasal mekanizmaları var ki tırtılın bağışıklık sistemi kendilerini yemesin diye, insan için hıv virüsü ile aynı şekilde çalışan tırtıl hıv virüsünü sisteme sokuyorlar.

neyse bunlar büyüyor felan ( ki belgeselin en sıkıcı 30 dakikasını oluşturuyordu). Tırtılın karnını yararak doğuyorlar. İşte tırtılın; alien'dan hamile kalmış bir insandan daha bahtsız kaderi burada devreye giriyor. Tırtıl ölmüyor. Onun yerine; daha önce bu yavrucukların sistemine saldıkları virüsün de etkisiyle, onları kendi çocukları sanıyor. Ve açlıktan ölene kadar onları koruyor. Kısaca yalan üzerine oturmuş bir aile bağı.

neyse...
çıkacak ders 1: farklı türler arası hamilelik, hamile kalan için kötü birşeydir. Korunsa iyi olur.
çıkacak ders 2: Farklı bir gezegene gidip, öyle herşeyi merak etmeyin. Yerde yürüyen, uçan, zıplayan el/örümcek arası birşey görürseniz, sevmeye kalkmayın. Zaman kötü, kimsenin niyeti belli olmuyor artık.

bitti.