27 Mart 2010 Cumartesi

Eksik düşünceler: bölüm 1

karşımdakinin beni nasıl gördüğünü merak ediyorum bazen.

her zaman değil, nadir olarak...

herkesin benim hakkımda ne düşündüğünü merak etmeyecek kadar tembelim aslında. bir de insanları kendi hallerine bıraktığım için çoğunlukla, onlar ilerde kikirdeyen, ağlayan, bağıran ya da duran hmm dediğim varlıklar benim için.


ama bazen...

Tanrı ne yazık ki beni olaylara tepki vermemi engelleyen bir soğuklukla yaratmış. isteyerek değil bu yaptığım; sadece öyle.

ama bazen...

değer verdiğim ve saygı duyduğum kişilerin kafamın içinden geçen düşünceleri görmesini istiyorum ama bunu anlatmak için doğru kelimeleri kullanıp kullanmadığımı bilmiyorum.

sanırım ben; kelimeleri herkesin anladığı şekilde anlamıyorum.

25 Mart 2010 Perşembe

Alice Harikalar Diyarında filmini izlemedim.
İzler miyim?
Bilmem, daha aklıma esmedi.
(Aklına esmek.. heh heh)

Alice Harikalar Diyarı da Clementine kadar olmasın pek sıcak bakmadığım eserlerden biridir. Eser diyorum ama edebi saçmalık tarzının en iyi örneklerinden biridir kendisi ( ben söylemedim; tarihe böyle geçmiştir- bakınız: one of the best examples of the "literary nonsense" genre) aklıma eser derim belki. (aklına esmek... heh heh--komik ya bu deyim)

Genç bir arkadaşımızın bir kapıdan girmesi için 15 adet hamur işi yemesine küçüklüğümden beri aklım ermemiştir.
Bir çeşit gerginlik vardır bu hikayeyle aramda.
Küçükken okuduğumdan mıdır nedir; anlamsız sofra diyalogları, domuz bebekler, iskambilden kraliçeler, aklını zamanla bozmuş bir tavşan ve her şeyin ortasında oradan oraya sürüklenen ne yaptığını bilmeyen bir çocuk sıkmıştır canımı.
Sonuç kısmı da tatmin etmez insanı.

"Uyudum..."
"eeee?"
"uyandım işte.
Şöyle tavşan felan gördüm rüyamda."

Kesin felsefi bir yanı vardır, eğiticidir.
belki anlamamam benim aptallığımdır.
bunu da kabul ediyorum.

ama yine de ben pek sevmem bu eseri.



dibi de gördüm notu: günün kelimesi "eser" olsun bugün de.

22 Mart 2010 Pazartesi

şu aralar bir rahat değil kafam...
neden bilinmez, güneş açtı; ben fısss diye söndüm.

iskoçya'ya gitmek istiyorum; o ayrı...

dramatikleşmeyeceğim;
dramatikleşmek ve duygusallaşmak üzerimde 3 numara büyük durur zaten.

annemin en son dediği gibi;
"sen git biraz kafayı havalandır"

tüm bu nedenlerle kısa bir süre olmamayı seçiyorum.
biraz da böyle olsun.

19 Mart 2010 Cuma

şimdi...
çok aptal bir insan olmadığıma inanırım.
bu inanış içerisinde zaman zaman herkesin bildiği ve yapabildiği şeyleri bilmemek bende bir huzursuzluk uyandırıyor.

örnek olarak ben hala bu bloga -nasıl söyleyeyim-; video, resim, yorumsal işaretleyici vs gibi zenginleştiriciler koymayı bilmiyorum, öğrenmeye üşeniyorum (bu çok ayıp aslında), biri bana anlatsın, öyle anlayayım istiyorum felan felan...

bu konuda biri yardım etse ne güzel olur diyorum içimden de.
blogumu takip eden 3 kişi olduğunu (biri koskoca bir belediye heh) ve bu takipçilerden birinin hiç okumadığını bilmemden kaynaklansa gerek, bu konuda eziklik hissediyorum. itiraf edeyim istedim.

********

konumuza dönersek eğer; okuyucularımı sıkmamak adına bundan sonra kısa kısa yazmaya karar verdim.
bu nedenle bu yazıyı burada kesiyoru..........








olmadı di mi?
olmadı tabi.



anlatmak istediğim bir konuyu bundan sonra parçalara bölüp yollayacağım.
bununla ilgili itiraz etmek isteyen, eski halinden memnunduk diyen olursa, bu yorumları da değerlendireceğim.

bitti.

16 Mart 2010 Salı

aklımda uzun zamandır bu vardı.
hatta buraya ilk yazacağım şeylerden biriydi.
sonra canım istemedi.



canının istememesi...........
bu kadar güzel bir açıklama daha var mıdır ya?

"canım istemedi"

insanlar illa bir açıklama beklerler bunun altına.
"niye ki?" "neden canın istemiyor?"
eh neden zaten cümlenin kendisi...
daha ne olsun.



neyse anlatacağım şey bu değildi zaten. geçtik. bunu sonra anlatırım.
öncesinde; (bak; bu arada bu yazıda annemi de anlatmak istemedim; oysa ondan bahsedeceğimi söylemiştim, şimdi canım istemedi, ya gördün mü; oluyor böyle işte.)
en büyük korkumu keşfettiğim andan bahsedelim biraz.



aklımı kaybetmek...
aklımı.... kaybetmek....

şöyle bir anda aklımı kaybetmekten korkmuyorum.
o zaman giden gidiyor zaten.
sonrasında farkedeceğimi bile sanmıyorum.



benim bahsettiğim şöyle yavaş yavaş; farkında ola ola.
çevrendeki herkesin gittiği noktada; parasız kaldığında, işinden ayrıldığında;
karın yada kocan seni aldattığında, arkadaşının sırtını gördüğün anda, yattığında, güzel bir rüya gördüğünde, kalktığında, yolda.
şöyle bir düşünürsün...

işte o düşünceyi kaybetmek ne demektir ya.


hele bir de farkındaysan kaybettiğini.

en korktuğum an; bir yandan düşünemediğim, bir yandan da bunun farkında olduğum andı. korkuyordum ama düşünemiyordum. korktuğum için düşünemiyor değildim. düşünemediğim için korkuyordum.

nedenini biliyordum;
düşünebilen o küçük yanımın tek farkettiği düşüncelerimi kaybettiğimdi.
ve o küçük yanım için de sadece korku kalırdı di mi?
o küçük yan; ne zaman ben de kaybolacağım diye düşündüğü için...

sonra yavaş yavaş geçti, tek tek topladım aklımı ama hayatımın en kötü iki saatiydi o.
belki o küçük düşünce de aklımın peşine takılıp gitse, sonra da kolkola hep beraber gelseler, o bilinçsizliğin içinde keyif alabilirdim.
sonra hatırlamazdım ama en azından da bu kadar korkmazdım.




neden yazdım şimdi bunu?
bilmem.
galiba canım istedi. :)